24 Nisan 2015 Cuma

Una Pura Formalità



İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore, favori yönetmenlerimden biridir. Yönetmenin sinema kariyeri boyunca yaptığı hemen hemen bütün filmlerini izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki hiçbir filminde hayal kırıklığı yaşamadım. Birbirinden değerli birçok yapıma imza atan Tornatore, 1988 yapımı Nuovo Cinema Paradiso (Cennet Sineması) filmi ile Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar kazandı. Nuovo Cinema Paradiso Tornatore’ye dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Benim de çok beğendiğim ve izlemeyenlere ısrarla izlemelerini tavsiye ettiğim bir filmdir. Ancak yazımızın konusu bu film değil, yönetmenin bir başka filmi olan ve ülkemizde Basit Bir Formalite ya da Şüpheli olarak bilinen Una Pura Formalita filmidir.

Una Pura Formalita, çok fazla bilinmeyen fakat bana göre tam bir başyapıttır. Sürrealist bir bakış açısıyla ortaya konan film, gizemli senaryosu, karanlık ve kasvetli atmosferi, oyunculuğu da en az yönetmenliği kadar başarılı Roman Polanski ve oyunculuğu tartışılmayan Gerard Depardieu'nun karşılıklı muhteşem oyunculuklarına  Ennio Morricone'un eşsiz müzikleri ile eşlik ettiği çok çok iyi bir film. Una Pura Formalita tekrar tekrar izlenebilecek, her defasında farklı detaylar yakalanabilecek enfes bir filmdir. Şimdiye kadar üç kez izledim ve daha da izlerim. Bu film benim için tekrar tekrar dinlediğim, sevdiğim bir şarkı gibidir. Film, Cannes Film Festivalinde en iyi film ödülü için Quentin Tarantino'nun Pulp Fiction filmi ile yarışmış ve ödülü bu filme kaptırmıştır.
Filmin konusu kısaca şöyledir; Onoff (Gerard Depardieu) başarılı bir yazardır. Ancak yazarımız uzun bir süredir yeni bir kitap yazamamış ve bunun sancısını çekmektedir. Bir akşam, Onoff’un evinin yakınlarında bir cinayet işlenir. Aynı saatlerde cinayetin işlendiği bölgede bulunan Onoff, şüpheli sıfatı ile karakola getirilir. Burada Müfettiş (Roman Polanski) tarafından sorgulanacaktır. Müfettiş, Onoff’un ölen kişi ile dolayısıyla cinayetle nasıl bir ilişkisi olduğunu ortaya koymaya çalışır.
Tek mekanda ve iki kişinin karşılıklı konuşması şeklinde geçen bir film ancak bu kadar gerilimli, bu kadar sürükleyici olabilir. Filmin senaryosunu da yazan Gıuseppe Tornatore iyi bir yönetmen olduğu kadar iyi bir senarist olduğunu da bu filmle kanıtlıyor.

Filmi izlemeyenler bundan sonrasını okumasınlar, spoiler içerir.

Tek mekân filmlerine örnek olan Una Pura Formalita, bir polis merkezi/karakol ‘da geçer. Fakat bu karakol bilinen karakollardan oldukça farklıdır. Karakolda ışıklandırma iyi olmayıp loş bir ortam hakimdir. Elektrikler çoğunlukla kesiktir. Dışarda çoğunlukla hava yağmurludur ve yağan yağmur suları,  içeri damlamaktadır. Belli ki ortamın ısınma problemi de var çünkü müfettiş dahil tüm çalışanlar paltolarla çalışmaktadırlar. Hem ortamın karanlık/loş olması hem  yağan yağmur sularının içeri damlaması hem de ortamın soğuk olması, bu karakolun aslında bir mezar olabileceğini düşündürür, diğer bir deyişle bu karakol bir araftır. Yani yaşadığımız bu dünya ile ahiret dünyası arasında bir yer. Ölen her insan önce buraya gelir. Burada öldüğüne ikna edilir ve nihayet kalacağı yere yolculuğu başlar. Buraya ilk gelen kişi aslında öldüğünü bilmemektedir. Buradaki sorgulamalar sonucunda olay netlik kazanır.

 Filmimiz, bir silah patlaması ile başlar. Bu patlamadan sonra kamera ağaçlık bir alanda gelişi güzel dolaşır. Öyle bir insanın ağaçlık alanda gezmesi gibi değil, adeta bedenden ayrılan bir ruh gibi. Eşlik eden müzikle ve ustaca kamera kullanımı ile bu sahne, ancak çok iyi gerim filmlerinde hissedeceğiniz gerilimi hissettirir. Buradan birinin öldüğünü anlarız. Sonraki sahnelerin birinde Onoff(Gerard Depardieu),  getirildiği polis merkezinde, yanındaki görevlilerden birine ''altına kaçırdığını'' söyler ve bunu yaşlılığa bağlar. Ölen her insanın sfinkterleri gevşediğinden idrar ve gayta çıkışı olabilmektedir. Onoff'a da olan budur. Yani filmin başında patlayan silah ile ölen Onoff'tur. Ancak kendisi daha bunu bilmediğinden altına kaçırmayı yaşlılığına bağlar. Oysaki Onoff daha 48 yaşındadır yani çok da yaşlı sayılmaz.

Filmin bundan sonrası, Onoff ile müfettiş(Roman Polanski) arasında diyaloglar şeklinde geçer.  Onoff neden burada olduğunu sorar. Müfettiş ona, evinin yakınında bir cinayet işlendiğini ve şüpheli olarak da onun yakalandığını, üzerinde kimlik bulunmadığı için de (Ölen biri kimliği ile öbür dünyaya gitmez herhalde) buraya getirildiğini açıklar.  Müfettiş Onoff'tan son gün ne yaptığını anlatmasını ister. Onoff'un kafası çok karışıktır. Her seferinde farklı bir şeyler anlatır. Ama bir türlü günün sonunda ne yaptığını hatırlayamaz. Müfettişin de hatırlatmaya çalıştığı şey, Onoff'un günün sonunda yaptığı eylemdir. Çünkü eğer Onoff ne yaptığını hatırlarsa tüm düğüm çözülecektir. Bu düğüm Onoff ve izleyici olarak bizim için çözülmüş olacak. Çünkü müfettiş baştan beri olan bitenin farkındadır. Hatırlanırsa sorgulamayı kayıt altına almakla görevli katip aslında bir şey yazmamaktadır. Daktilodaki kâğıtlarda tek satır yazı yoktur. Çünkü Müfettiş açısından ortada bir olay, bir soruşturma ve bir şüpheli yoktur. Dolayısıyla bunların kayıt altına alınmasına da ihtiyaç yoktur. Müfettiş sorgulama sırasında, kendisinin bildiği biz izleyicilerin bilmediği olayı açığa kavuşturmak için her türlü yola başvurur. Kimi zaman Onoff ile dost gibi kimi zaman azarlar gibi konuşur. İkilinin konuşması sırasında Onoff kesik kesik görüntüler hatırlar ama bir türlü bunları bir araya getirip anlamlı bir sonuç çıkaramaz. Bir yerde müfettiş bir torba dolusu fotoğrafı Onoff’un önüne döker. Bu Onoff’un tüm hayatı boyunca karşılaştığı, hayatında önemli/önemsiz ilişki kurduğu insanların fotoğraflarıdır. Bir anlamda hayatının tümüdür. Yönetmen kanımca şunu demek ister; Bu dünyada ne yaparsanız öbür dünyaya onu götürürsünüz. Nitekim filmin sonunda Onoff karakoldan ayrılırken bu fotoğraf dolusu torbayı da yanında götürür. Fotoğraflar Onoff’un bazı şeyleri hatırlamasına yardımcı olur. Olayın olduğu günün akşamında masada oturmuş bir şeyler yazdığını hatırlar. O sırada müfettiş Onoff'a bir mektup uzatarak ''bunu yazmıştınız'' der. Bu noktadan itibaren filmin başından itibaren merak ettiğimiz her şey bir bir çözüme kavuşur. Müfettişin Onoff’a uzattığı kâğıt intihar mektubudur. Filmin başında patlayan silahla,  Onoff kendini vurmuştur. Onoff'un gerçeğin farkına varması ile daha önceki sahnelerin birinde bir dolapta gösterilen fare kapanına bir farenin yakalanma sesi duyulur. Bu aslında Onoff'un yakalanmasını temsil eder. Aynı anda o zamana kadar kesik olan elektrikler gelir. Sürekli yağmakta olan yağmur durur. Bu da Onoff''un aydınlanmasını ve belirsizliklerin ortadan kalkmasını temsil etmektedir. Onoff filmde bir kaç kere, ertesi gün kültür bakanı ile görüşmesi olduğunu söylemişti. Filmin sonunda yaptığı (karşı tarafın sesini duymadığı) telefon konuşmasında bakanın kendisini beklememesini söyler. Böylece Onoff'un ölümü tamamen kabullendiğini görürüz. Nihayet Onoff asıl kalacağı yere yolculuğuna hazırdır. Tam karakoldan ayrılacakken, İlk getirildiğinde oturtulduğu yere bir başkasının(yeni ölmüş biri) oturmakta olduğunu görür. Görevliye ''Daha hiçbir şeyin farkında değil değil mi?'' diye sorar. Görevli ''Sen de değildin, hiç kimse ilk geldiğinde farkında değildir'' der. Son olarak Onoff onu götürecek araca biner ve nihai kalacağı yere yolculuğu başlar ve filmimiz biter.


Una Pura Formalita, Türkçe'ye Basit Formalite şeklinde çevrilmiştir. Filmin isminden de anlaşılacağı üzere Onoff'un sorgulanması, basit bir formaliteden ibaret olup her ölene uygulanmaktadır. Kimi izleyicilerin bu filmde farklı konulara takıldığını fark ettim. Bu film bir polisiye film değil. Kim öldü, neden öldü,  katil kim gibi sorulara cevap aranmıyor. Onoff intihar ederek o karakola gelmişti ama kalp krizi, trafik kazası, cinayet ya da başka bir sebepten de gelebilirdi. Filmin üzerinde durduğu konu bu değil. Daha önce de dediğim gibi, bütün mesele ölen kişinin o karakolda öldüğüne ikna edilip nihai olarak kalacağı yere yolcu edilmesidir. 



Yapım                : 1994 - İtalya, Fransa

FRAGMAN:



22 Nisan 2015 Çarşamba

David Lynch


Amerikan sinemasının en başarılı ve farklı yönetmenlerinden biri olarak gösteriliyor. 20 Ocak 1946'da ABD'de doğan Lynch, aynı zamanda tanınmış bir ressamdır. Son dönemlerde fotoğrafçılığa da el atan Lynch bu alanda da özgün eserler ortaya koydu.


David Lynch, Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi ve American Film Institute'de eğitim aldı. adını ilk kez 1977 yılında çektiği Eraserhead filmi ile duyurdu. Dune, Blue Velvet gibi filmleri ile artan başarı çizgisi, 90'lı yılların sonunda yönettiği Lost Highway filmi ile zirve yapan yönetmen, bu filmin ardından yönettiği Mulholland Drive ile çizgisini devam ettirdi. Mulholland Drive filminden itibaren çektiği kısafilmler, belgesel filmler ile sinema alanındaki katkılarına devam eden Lynch, uzun yönetmenlik kariyeri boyunca birçok kez ödül kazandı veya ödüllere aday gösterildi. 

Ödüllerinden bazıları;
  • 1982 - Cesar - En iyi yabancı film, The Elephant Man
  • 1986 - Los Angeles Film Critics Association - En iyi yönetmen, Blue Velvet
  • 1986 - National Society of Film Critics - En iyi yönetmen, Blue Velvet
  • 1990 - Cannes Film Festival - Palme d'Or, Wild at Heart
  • 1991 - American Film Institute - Franklin J. Schaffner Alumni Medal
  • 1999 - Avrupa Film Ödülü, The Straight Story

Filmlerinde kısık sesli gürültüler, çürümüş nesneler, bozulmuş karakterler ve polarize edilmiş karanlık dünyalar kurgulaması ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Kariyeri boyunca aykırı fikirlerini kendine özgü, nesnellikten uzak ve sembolik anlatımıyla cesurca sinema perdesine yansıtan yönetmenin özellikle 2002 sonrasındaki son dönem filmleri, fazla kişisel olmakla eleştirilmiştir.

David Lynch'in En Önemli Filmleri:


  • The Elephant Man
  • Lost Highway
  • Mulholland Drive
  • Blue Velvet
  • Eraserhead
  • Dune
  • Twin Peaks

20 Nisan 2015 Pazartesi

Irkçılık Karşıtı Filmler

Irkçılık bir insanlık suçudur. Mensup olduğu ırkı diğerlerinden daha imtiyazlı ya da daha üstün görmek olan ırkçılık sinemada çokça işlenmiş bir konudur. Bu konuda baş yapıt denecek kadar iyi filmler yapılmıştır. Bu konuda sayısız filmler yapılmıştır. Hepsini burada yazmak mümkün değildir. Burada, kendi izlediğim filmlerden en beğendiklerimi listelemek istiyorum.

To Kill A Mockingbird:

Robert Mulligan'ın yönettiği, 1962 yapımı filmde Gregory Peck baş roldedir. Film tecavüzle suçlanan bir zenciyi savunan güneyli bir avukatın çevresindekilerin tepkilerine rağmen asılsız bir iddia ile suçlanan genci savunma hikayesini anlatıyor. Irkçılık üstüne yapılmış en iyi filmlerden biridir. Bana göre filmin en güzel sahnelerinden biri, avukat (Atticus) mahkeme salonunu terk ederken zencilerin ayağa kalkması ve pederin ayağa kalkmayan kızı "baban geçiyor, ayağa kalk." diye uyardığı sahneydi.

Atticus'un oğluna şu sözü de filmin unutulmaz repliklerinden biridir; ''Bu dünyada pek çok çirkinlik var oğlum. seni hepsinden uzak tutmak isterdim, ama bu mümkün değildir.''


American History X:

Tony Kaye'nin yönettiği, 1998 yapımı filmdir. Filmde muhteşem performansı ile Edward Norton oynamaktadır. Konusu kısaca şöyledir; Derek Vinyard(Edward Norton), babası zenciler tarafından öldürülen bir Neo-Nazi'dir. Bir gün arabasını soymaya çalışan üç zenciyi acımasızca öldürür ve tutuklanarak hapse gönderilir. Derek, hapiste kaldığı sürede ırkçı düşüncelerini sorgulamaya başlar ve iyilikle kötülüğün her ırkın içinde var olduğunu fark eder.

Amercan History X, ırkçılık üstüne yapılmış en iyi filmlerden biridir. Çekim teknikleri ile, sert sahneleri ile uzun süre etkisinden çıkılmayan filmlerden biridir.



Malcolm X:

Spike Lee'nin yönettiği film 1992 yapımıdır. Gerçek  olaylara dayanan filmde Malcolm X'i Denzel Washington oynamaktadır. Filmin konusu şöyledir; ''Babası Ku Klux Klan tarikatı tarafından öldürülen Malcolm, kendi yaşıtları diğer siyahiler gibi zor bir gençlik yaşar. Hırsızlık yapar. Sonuçta hapse düşen Malcolm burada tanıştığı insanlar sayesinde islam'la tanışır ve hayatı değişir. İslamda hiçbir ırkın diğerine üstünlüğünün olmadığını öğrenen Malcolm bunu yaşam düsturu haline getirir. İçinde bulunduğu grupta hızla yükselir. Hapisten çıktıktan sonra ise artık, tüm dünyayı etkileyecek büyük bir hareketin lideridir.




Goodbye Bafana:

Yönetmenliğini Bille August'un yaptığı 2007 yapımı filmde Diane Kruger, Joseph Fiennes ve Dennis Haysbert önemli rolleri paylaşıyorlar. Gerçek olaylara dayanan filmin konusu kısaca şöyledir; ''James Gregory, Güney Afrika’da yaşayan beyaz bir gardiyandır. Son derece ırkçı bir yaklaşımı olan James, hem özel hayatında hem de işinde siyahlara karşı son derece acımasız bir tutum sergilemektedir. Ta ki bir gün, 20 yıl boyunca gardiyanlığını yapacağı bir adamla tanışıncaya kadar. Nelson Mandela’nın hapiste olduğu yıllar boyunca onun gardiyanlığını yapan James, Güney Afrika’nın tarihinde çok önemli bir sayfa açmış olan bu siyahi liderin insancıl ve sıcak yaklaşımından son derece etkilenecektir.



This İs England:

Shane Meadows'un yönettiği film 2007 yapımıdır. 1980’li yıllarda İngiltere’de gittikçe radikalleşen ırkçılık hareketlerine içeriden başarılı bir bakış atan This is England, son yıllarda ırkçılık üzerine yapılmış en başarılı politik filmlerden biri. Filmde oyunculuklar genel olarak başarılı ama 12 yaşında bir çocuk olan Shaun'u oynayan Tomas Turgoose, yaşından beklenmeyecek, büyük bir oyunculuk sergiler. Filmin bir diğer başarılı performansı ise Stepen Graham'a ait.

Bir çok ödül almış filmin bir diğer artısı da eşsiz müzikleridir.




The Help:

Yönetmenliğini tate Taylor'ın yaptığı film 2011 yapımı olup filmde Emma Stone ve Viola Davis oynamaktadır. Özellikle Viola Davis'in oyunculuğu görülmeye değer.

Filmin konusu kısaca şöyledir: '' 3 cesur kadının şehirdeki katı kuralları ve yerleşik davranışları aralarında gelişen alışılmadık bir arkadaşlıkla nasıl bozduklarının hikayesi anlatılıyor...1960’lı yılların Mississippi’sinde üç farklı ve sıra dışı kişilikleri canlandıran bu cesur kadınlar, kendilerini tehlikeye atan ve toplumsal kurallara karşı gelen gizli bir yazı projesi sayesinde alışılmadık bir dostluk kurarlar. Beklenmedik bu ittifaktan, önemli bir kardeşlik doğar. Dokunaklı, esprili ve umut dolu bir film olan 'The Help', değişim yaratabilmekle ilgili evrensel bir hikaye...

12 Yeras A Slave:

Son dönemin iyi yönetmenleri arasında gösterilen Steve McQueen'in yönettiği filmde Chiwetel Ejiofor, Micheal Fassbender, Lupita Nyong'o ve kısa bir rol ile Prad Pitt yer almaktadır. Film, En İyi Film dalında Oscar Ödülü kazanırken, Lupita Nyong'o da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscarı'nı kazandı.

Solomon Northup’ın 1853 yılında yazdığı ve kendi hikayesini anlattığı romanından uyarlanan filmde Northup, ABD’nin kuzeyinde yaşayan özgür bir insan, tanınmış bir keman virtüözü iken kaçırılarak köle yapılması ve geçirdiği kölelik yılları anlatılmaktadır.





İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanyası'nın Yahudilere uyguladığı soykırım, çoğunlukla sinemada işlenmiş bir konudur. Bu konuda yapılmış filmleri tek tek yerine liste halinde vermek daha doğru olacaktır.
  • Schindlers List (Schindlerin Listesi)
  • Life Is Beautiful (Hayat Güzeldir)
  • The Pianist (Piyansit)
  • The Boy İn The Striped Pyjamas (Çizgi Pijamalı Çocuk)
  • God On Trial (Ölümün Soluğu)
  • Amen
  • İnglourious Basterds (Soysuzlar Çetesi)
  • Nirgendwo İn Africa (Afrikada Bir Yerde)

15 Nisan 2015 Çarşamba

Nergis Hanım



Yönetmen Görkem Sarkan'ın senaryosunu da yazdığı ilk uzun metrajlı filmi. Orta yaşlı Ekrem, Alzheimerlı annesine bakmak için tüm hayatını, hayallerini ve isteklerini ertelemiştir. Ana-oğul, küçücük bir evin içinde birbirinin aynı günler geçirmekte, hastalığın gölgesinde var olmaya çalışmaktadırlar. Ekrem'in tek derdi Alzheimerlı annesine bakmak değil, bunun yanında bir de ekonomik zorlukla mücadele etmektedir. Annesinin ilaçları, faturalar derken işin içinden çıkamayan Ekrem, para istemek için kardeşini ve eniştesini telefonla arar. ikisi de telefonlara cevap vermez. Ekrem'in burada ''çok yoğunlar tabi, duymadılar herhalde'' diye iyi niyet göstermesini çok sevdim. Bir de yeğenlerinin ziyareti sırasında Ekrem'in para sıkıntısı çektiğini söyleyip yeğeninden ima yoluyla para istemesi çok dokunaklı bir sahneydi. Asıl çarpıcı sahne finale doğru, Ekrem'in annesine attığı tokat sonrası yaşanır. İki oyuncunun mükemmel oyunculuğu ile bu sahne uzun zaman akıldan çıkmayacak türdendir.

Film çoğunlukla tek bir mekanda geçmekte olup, mekan olarak evin salonu seçilmiştir. Evin diğer bölümlerinden de kısa görüntüler olmakla birlikte filmin neredeyse tamamı bu salonda geçmektedir. Ekrem'in eve giriş sahnesi dışında, hiç dış mekan çekimi yoktur. Filmin bir diğer özelliği de, gerçek zamanlı olmasıdır. Ekrem ile Alzheimerlı annesi dışında, Ekrem'in iki yeğeni de kısa bir süreliğine filme dahil olurlar. Kısacası kısıtlı mekanda, kısıtlı zamanda, az oyuncusu ve ağır temposu ile ancak bu kadar iyi bir film olabilirdi. Ben çok etkilendim.

Hem Settar Tanrıöğen hem de Zerrin Sümer çok çok iyiler. Rol yapmamışlar adeta yaşamışlar. Begüm Akkaya ve Faruk Barman da doğal oyunculukları ile filme olumlu katkı yapmışlar. Filmin bana göre tek olumsuz yanı finaliydi. Bana göre finalde, Ekrem annesiyle birlikte mutfakta kalmalıydı. Mutfak kapısı kapandıktan sonra kamera salona dönmeli ve boş salonu gösterirken film bitmeliydi. 



Yapım                : 2014 - Türkiye


FRAGMAN:




10 Nisan 2015 Cuma

Köksüz


Köksüz, genç yönetmen Deniz Akçay'ın ilk uzun metrajlı filmi. Filmin senaryosunu da yazan Akçay babasız kalan bir ailenin dramını anlatıyor. Anne temizlik takıntıları ve kalabalığa karışma korkusu olan, çocukları üzerinde hakimiyetini kaybetmiş bir durumdadır. Evin genç delikanlısı İlker, erken yaşta babasız kalmanın etkisi ile biraz da yaşının gereği olarak çok isyankar ve öfkeli. Her fırsatta anne ve ablası ile çatışmakta. Okul başarısı da pek parlak olmayan İlker bir de arkadaşları ile uyuşturucu kullanmaktadır. Evin küçük kızı Özge, babayı kaybetmiş ve annenin de ilgisizliğinden dolayı büyük bir yalnızlıkla boğuşuyor. Annesine hediyeler alarak dikkatini çekmeye ilgisini kazanmaya çalışmakta. Evin büyük kızı Feride, bu problemli aileyi bir arada tutmaya çalışan aile reisi görevine soyunmak zorunda kalmıştır. Evin geçimini o sağlamaktadır. Gerek annesi, gerekse kardeşlerinin ve evin sorunlarından dolayı kendine zaman ayıramamakta, dilediği gibi arkadaşları ile sosyal ve sağlıklı bir ilişki kuramamaktadır. Feride aynı iş yerinde Halil denen bir delikanlıya ilgi duysa da, her başı sıkıştığında yardımına koşan ve ona ilgisini açık bir şekilde belirten Gülağa'nın evlilik teklifini kabul eder. Feride, Gülağa'yı çok da sevmemekte ama onunla evliliği biraz da içinde bulunduğu zor şartlardan kurtulmanın reçetesi olarak görür. Feride'nin bu kararı, aile içindeki sorunları daha da derinleştirir.

Filmin finalini çok beğendim. Filmi izlerken, daha bitmesine kaç dakika kaldığını bilmeden, ''İşte tam burada bitmeli'' diye geçirdim içimden. Bir-iki dakika sonra film bitince çok sevindim. Film tam istediğim gibi final yaptı.

Köksüz filmi hayatın içinden bir konuyu, abartıya kaçmadan, çok başarılı bir şekilde sunuyor. Etkili kamera açıları, başarılı müzikleri, sade anlatımı filmin artıları. Anneanne rolünü oynayan teyzeyi saymazsak oyunculuklar çok başarılı. İlker'i oynayan genç oyuncu Savaş Alp Başar oldukça iyi. Ama özellikle Ahu Türkpençe çok çok iyiydi.

Film İzmir'de babasız bir ailenin dramını anlatıyor. Yönetmen Deniz Akçay da İzmir'de yaşamış ve genç yaşta babasını kaybetmiş, babasız bir evde büyümek zorunda kalmıştır. Bu yönüyle bakıldığında film bir anlamda bir otobiyografiktir. Filmin etkili anlatımı ve başarısı sanırım buradan gelmektedir.



Yapım                : 2013 - Türkiye

FRAGMAN:



9 Nisan 2015 Perşembe

Atıf Yılmaz

Tam ismi Atıf Yılmaz Batıbeki'dir. 9 Aralık 1925'te Mersin'de dünyaya geldi. Yeşilçam'ın nitelik ve nicelik olarak en fazla üreten yönetmenlerindendir. Atıf Yılmaz, 119 filme imzasını attı, 51 filmin senaryosunu yazdı ve 27 filmin yapımcılığını üstlendi.

Üniversite öncesi öğrenimini Mersin'de tamamlayan Batıbeki, bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduktan sonra resme olan ilgisi nedeniyle Güzel Sanatlar Akademisi'nin Resim Bölümü'ne geçiş yaparak eğitimini tamamladı. Öğrencilik dönemi ve sonrasında da Nuri İyem Atölyesi'nde resim çalışmaları yaptı.

Batıbeki, bir süre film eleştirmeni, ressam ve senaryo yazarı olarak çalıştıktan ve iki filmde yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra, 1951 yılında ilk konulu filmi Kanlı Feryatla yönetmenliğe başladı. Türk sineması içinde yer aldığı süreçte bir çok meslek örgütünün kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı. Yönettiği son film 2004 yılında Eğreti Gelin oldu. Türk sinema tarihinin 1950 sonrası evrelerini onun filmlerinde görmek ve gözlemlemek mümkündür. Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmıştır. Filmlerinde sıradanlaştırmadan tutturduğu kalite ile de örnek olmuştur. Sinema anlayışında sanattan çok ticari kaygıları gözlemlemek mümkündür. Türk sinemasının gişe yapan filmlerinde hep onun imzası oldu. Bu anlamda bir tarz olarak da Türk sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahiptir.

Türk sinemasının tanınan bir çok yönetmeninden; Zeki Ökten, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Ali Özgentürk, Halit Refiğ gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde katkısı oldu. Atıf Yılmaz'a, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından Sanatta Onursal Doktora payesi verildi. Antalya Altın Portakal Film Festivali"nde en çok ödül alan yönetmen olarak da tarihe geçti. Atıf Yılmaz'ın son ödülü; Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında verilmekte olan geleneksel 'Aziz Nesin Emek Ödülü' oldu.

Atıf Yılmaz, 5 Mayıs 2006 akşamı İstanbul'da hayatını kaybetti.

Atıf Yılmazın En Önemli Filmleri:



  • Selvi Boylum Al Yazmalım
  • Aaahh Belinda
  • Hayallerim Aşkım ve Sen
  • Kadının Adı Yok
  • Adı Vasfiye
  • Asiye Nasıl Kurtulur
  • Keşanlı Ali Destanı
  • Berdel
  • Düş Gezginleri
  • Eğreti Gelin


6 Nisan 2015 Pazartesi

Character



Yönetmenliğini Mike Van Diem'in yaptığı, 1997 Belçika,Hollanda ortak yapımı bir film olup 1998 yılında en iyi yabancı film dalında Oskar kazanmıştır.

1920 li yıllarda Rotterdam'da geçen öyküde; umut vaad eden genç avukat Katadreuffe (Fedja Van Huet), tefeci Dreverhaven (Jan Decleir) i öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanıyor. Kendisinin suçsuz olduğunu söylese bile saatlerce sorgulamaya alınıyor. Sorgulama sırasında Katadreuffe'nin ifadesiyle olaylar yeniden yaşanıyor ve farklı boyutlar kazanıyor.

Filmin kilit noktası, bence Dreverhaven'nin yanında çalışan kadınla birlikte olması(tecavüz) sonrasında kadının hamile kalmasıdır. Dreverhaven, kadının ve doğacak çocuğun sorumluluğunu üzerine almak amacıyla kadınla evlenmek ister. Ancak kadın onunla evlenmek istemez. Muhtemelen Dreverhaven'in karakterini tasvip etmediği ve doğacak çocuğunun da onun gibi olmasını istemediği için ondan uzaklaşır. Çünkü Dreverhaven, çok katı, acımasız, kendi çıkarları için masum insanları bile düşünmeden ezebilen zalim karakterli bir kişidir. Kadın, kendi imkanları ile yeni bir hayata başlar. Dreverhaven, kadının bu tavrından sonra hem kadına hem de çocuğa düşman kesilir. kadının kendisini reddetmesinin bedelini adeta çocuğa (Katadreuffe) ödetir. Her fırsatta çocuğu zor duruma sokacak bir şey yapar. (kanımca bunu biraz da çocuğun iyiliği için yapar. bu şekilde çocuğun sağlam karakter sahibi, kendi ayakları üzerinde durabilen, her türlü zorlukla mücadele edebilen birisi olmasın sağlar) Filmin sonunda Katadreuffe, Dreverhaven'in istediği kişi olmuştur. 

Dreverhaven, (belki de kadına tecavüz etmesinin vicdani rahatsızlığından) ölmek istemektedir. Bunu iki sahnede görüyoruz. ilkinde Katadreuffe'e, onu öldürebileceğini düşünerek bıçak verdiği sahne, ikincisi ise, evlerinden tahliye ettirdiği insanların karşısına çıktığı sahne. (bu sahnenin benzerini rüyasında görür, rüyasında toplanan insanlar Dreverhaven'i linç etmektedirler. ) ama iki sahnede de Dreverhaven ölmez. nihayet filmin sonunda, Katadreuffe yani oğlunun istediği gibi bir insan olduğunu gördükten sonra, bütün mal varlığını oğluna bırakarak kendisi intihar eder.

Filmde oyunculuklar üst seviyede. Özellikle Dreverhaven karakterini canlandıran Jan Decleir çok başarılı. 



Yapım                : 1997 - Belçika, Hollanda


FRAGMAN: