20 Ekim 2016 Perşembe

Sarmaşık


Son yıllarda Türkiye'de çok sayıda film yapıldı. Yapılan bu filmlerin çoğunluğunu kaba-komedi ve ucuz korku filmleri oluşturmaktadır. Kimileri çok sayıda film çekiliyor olmasını, Türk Sineması için umut verici olarak değerlendirmekte. Bir ülke sinemasında çok sayıda film yapılıyor olması ve bu filmlerin izleyici tarafından izleniyor olması, sektörün canlanması ve ayakta durması açısından çok önemlidir. Bu açıdan bakıldığında gelecek için umutlu olabiliriz. Ancak farkında olmamız gereken bir gerçek var; sinemamızdaki gelişme nitelik değil nicelik gelişmedir. Yapılan filmlerin önemli bir çoğunluğunu ne yazık ki hiçbir sanatsal değeri olmayan filmler oluşturmaktadır. Sanat ve estetik kaygılardan uzak, sadece ticari başarı elde etmek için film çekiliyor. Yapılan bir film ticari bir başarı yakaladı diye onun serisini yapmak, en hafif tabirle kolaya kaçmaktır. Sinema sanat olmasının yanında ticari bir sektördür. Filmlerin ticari kaygılar güdülerek yapılması kadar doğal bir şey olamaz. Dünyada ticari kaygılar gütmeden film yapan idealist yönetmenler olsa da sayıları çok azdır. Hiç kimseyi film çekerken ticari kaygıları gözetiyor diye eleştiremeyiz. Burada denge çok önemlidir; ticari kaygıların yanında mutlaka sinemanın bir sanat olduğu akılda tutulmalı, filmlerin sinema sanatı açısından daha nitelikli olmasına dikkat edilmelidir. 

Ülkemizde çok iyi filmler yapan çok iyi yönetmenlerimiz de var. Başta Nuri Bilge Ceylan olmak üzere, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Kaan Müjdeci, Emin Alper ve Tolga Karaçelik gibi isimler son dönemde önemli yapımlara imza attılar. Bu yönetmenlerimizin filmleri dünyanın farklı ülkelerindeki festivallerden önemli ödüller aldılar. Ne var ki bu filmler, seyirciye ulaşma noktasında, hayal kırıklığı ile karşı karşıya kaldılar. Bu filmlerin hiçbiri gişe başarısı yakalayamadı, en çok izlenen filmler listesine giremedi. Sinema salonlarına en çok izleyici toplayan filmler yukarıda da dediğimiz gibi, kaba-komedi ve ucuz korku filmleri. Bu filmlerin oluşturduğu kaotik ortamdan ve gürültü/görüntü kirliliğinden dolayı nitelikli filmler kayboluyor, sesleri çok cılız kalıyor. Dolayısıyla bu filmler hak ettikleri ilgiyi göremiyorlar. 1980'lerde başlayan erotik filmler furyası Yeşilçam'ı bitirdi. Umarım günümüzde yapılan kaba-komedi filmleri de sinemamıza benzer bir zarar vermez.

Yukarıdaki girişten anlaşılacağı gibi, bugünkü yazımın konusu yerli bir film; hem yönetmenliğini hem de senaristliğini Tolga Karaçelik'in üstlendiği, 2015 yapımı bir psikolojik gerilim filmi; Sarmaşık. İlk filmi Gişe Memuru (2010) ile dikkatleri üzerine çeken Tolga Karaçelik, Sarmaşık filmi ile yoluna emin adımlarla devam ediyor. Önümüzdeki yıllarda da kendisinden çok önemli yapımlar izleyeceğimizi umuyorum. Artık dikkatle takip ettiğim yönetmenlerden biri oldu. Tolga Karaçelik belki de ülkemize ilk oscar ödülü/adaylığı getirecek yönetmendir kim bilir.

Sarmaşık filmin konusu kısaca şöyledir; hikayenin geçtiği mekan olan gemi, yük aldıktan sonra tahliye limanı olan Angola’ya gidecektir. Sefer devam ederken geminin armatörü iflas eder ve ortadan kaybolur. Gemi Mısır’a geldiğinde armatörün liman parasını ödemediği anlaşılır, geminin üstünde haciz vardır. Liman yetkilileri gemiyi kimsenin uğramadığı demirleme alanına çekerler. Mürettebattan gemiyi olası tehlikelere karşı hareket ettirebilecek sayıda kişinin kalması gerektiğini belirtirler. Beybaba diye hitap edilen geminin kaptanı, makineden Kürt, mutfaktan kamarot Nadir, gemicilerden Alper ve Cenk, usta gemici olarak da İsmail gemide kalır. Hepsinin kalmayı tercih etmelerindeki sebep başkadır. Sarmaşık bu altı adamın yiyecek ve içecek kıtlığıyla gemide geçirdiği 120 günün hikayesidir. Sarmaşık, Uluslarası Antalya Film Festivalinde, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu(Nadir Sarıbacak) olmak üzere dört ödül aldı. Adana ve Malatya'da yapılan film festivallerinden de ödüller alan film ayrıca dünyanın farklı ülkelerinde bir çok festivalde ödüle layık görüldü. 

Tolga Karaçelik, usta işi bir senaryo ortaya koymuş. Adım adım yükselen gerilim seyirciye çok iyi aktarılmış. Bu gerilimli atmosferin oluşmasında müziğin katkısı yadsınamaz. Filmdeki oyunculuklar muazzam. Film kısıtlı bir oyuncu kadrosuna sahip. Hiç kadın oyuncu olmayan nadir filmlerden biri (12 Angry Men gibi). Her oyuncu rolünü başarıyla canlandırmış. Ama özellikle Cenk karakterini canlandıran Nadir Sarıbacak harikalar yaratmış. Beybaba rolündeki Osman Alkaş da oldukça başarılıdır. Özellikle geminin güvertesine mürettebatı toplayıp azarladığı bir sahne vardır ki oyuncu burada muhteşem bir performans sergiliyor. 

Tolga Karaçelik, filminde otorite(iktidar) kavramını irdeliyor. Bir gemi üzerinden ülkenin fotoğrafını çekiyor aslında. Gemiye yakışan demirlemek değil yol almaktır. Gemi yol aldıkça hiçbir sorun yaşanmaz. Gemi çalışanları kendi işlerini yaparlar. Gemi kaptanı/otorite için herhangi bir tehdit yoktur. Bir ülke düşünün; ülkede ekonomik, eğitim, sağlık, hak ve özgürlükler konularında hiçbir sorun yoksa yani gemi yol alıyorsa, o ülkedeki otorite için herhangi bir tehditten bahsedilebilir mi? Kim , neye karşı çıkacak? Peki ya herhangi bir sebepten gemi durursa ne olur? İşte o zaman sorunlar baş göstermeye başlar. Gemide çalışanlar arasında huzursuzluklar ortaya çıkar. Ast üst ilişkisi ortadan kalkar ve nihayetinde tehdit kaptana yani otoriteye yönelir. Otorite de kendine yönelen tehditi bertaraf etmek için bir takım gayri meşru yöntemlere başvurmak durumunda kalır. Tolga Karaçelik filminde, bütün bunları ustalıkla işler.

Sarmaşık filminde, her bir karakter toplumun farklı bir kesimini temsil etmektedir. Hikayenin merkezinde Cenk karakteri vardır. Olaylar Onun etrafında şekillenir. Beybaba dedikleri kaptan otoriteyi temsil etmektedir. Filmin en dikkat çeken karakterlerinden biri de Kürt'tür. Onun bir adı yok Ona Kürt diyorlar ve film boyunca neredeyse hiç konuşmaz, Onun bir dili de yoktur.

Tolga Karaçelik, filminde sarmaşık ve salyangozları metafor olarak kullanmakta. Bu konuda bir röportajında şunları söyler: ''Benim anlatım biçimim, hoşlandığım anlatım biçimi kör göze parmak değildir; Gişe Memuru’nda da öyle, kısa filmlerimde de, yazdıklarımda da… Hep öyleydi yani. Metaforların gücüne inanıyorum. Salyangozların ve sarmaşıkların simgelediği, anlatmaya çalıştığı bir duygu bütünlüğü var ve duygu bütünlüğü kısmında bana çok yardımcı oluyorlar. Çıkarttığında eksik kalmıyorsa ama varlığı da rahatsız etmiyorsa o zaman o dilin içerisine oturduğunu, anlatmak istediğimi de o dilin içerisinde başardığımı düşünüyorum.''



Yapım                : 2015 - Türkiye

FRAGMAN:




10 Eylül 2016 Cumartesi

Hable Con Ella





Benigno: Konuş Onunla.
Marco: İsterim ama beni duymaz.
Benigno: Nereden biliyorsun?
Marco: Beyni ölmüş Benigno.
Benigno: Kadınların beyni bir gizemdir. Bu durumda (komada olma durumunu kastediyor) daha da gizemlidir. Kadınlarla ilgilenmek lazım. Konuş onunla, dikkat çekmek için, hatırasını yaşatmak için, hala yaşadığını ve birisinin Onunla ilgilendiğini hatırlatmak için…

Hable Con Ella (Konuş Onunla), İspanya’nın dünya sinemasına kazandırdığı, günümüz yönetmenlerinin en önemlilerinden biri olan Pedro Almodovar’ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenliğini üstlendiği, 2002 yapımı bir başyapıt. Film, başta en iyi özgün senaryo dalında Oscar Ödülü ve Yabancı Dilde En İyi Film Altın Küre Ödülü olmak üzere çok sayıda ödül aldı. Filmde üst düzey oyunculuk performansları var. Özellikle Benigno karakterini canlandıran Javier Camara ve Marco karakterini canlandıran Dario Grandinetti, oyunculukları ile büyülüyorlar. Filmin müzikleri Alberto İglesias tarafından yapılmıştır. Bu film dışında da Pedro Almodovar ile birlikte birçok projede çalışan Alberto İglesias belki de en iyi müziklerini bu film için bestelemiştir. Filmin özgün senaryosunu, muhteşem oyunculuklarını bir yana bırakın, sadece müzikleri için bile bu filmi izleseniz pişman olmazsınız. Film Pina Baush’un Cafê Müller adlı sahne gösterisi ile başlayıp, kapanışı da benzer güzellikte başka bir sahne gösterisi ile yapıyor.

Filmin konusu kısaca şöyledir; birbirini tanımayan iki adam olan Marco ve Benigno tiyatroda yan yana oturmuş, bir sahne gösterisi izlemektedirler. Sahnede Pina Baush’un Cafê Müller adlı, şahane gösterisi vardır. Marco izlediği gösteriden çok etkilenmiş ve ağlamaktadır. Benigno da gösteriden çok etkilenmiştir ama gösteri kadar Marco’nun ağlamasından da etkilenir. Aylar sonra bu iki adam bir hastanede tekrar karşılaşırlar. Benigno bu hastanede, yoğun bakımdaki hastaların bakımından sorumlu bir hemşirdir. Marco’nun sevgilisi Lydia matador olup bir boğa güreşi gösterisi sırasında ağır yaralanır ve komaya girer. Lydia’nın tedavi gördüğü hastane, Benigno’nun çalıştığı hastanedir. Marco ile Benigno’nun yolu bu sayede tekrar kesişir. Böylece bu iki adam arasında sağlam bir dostluk da başlamış olur. Benigno’nun bu hastanede çalışıyor olmasının en önemli nedeni, dört yıldır komadaki bir bale öğrencisi olan Alicia’dır. Benigno Alicia’ya karşı platonik bir aşk beslemektedir. Alicia geçirdiği bir trafik kazası sonucu komaya girmiştir. Alicia’nın komaya girdiğini öğrenen Benigno, aynı hastanenin yoğun bakım servisinde işe girer. Denebilir ki bu kadar da tesadüf olmaz, Benigno aynı hastanede hem de yoğun bakım servisinde nasıl işe girebildi? Hemen cevabını verelim; Benigno’nun annesi uzun yıllar ağır hasta ve yatalak olduğundan, bakımı ile Benigno ilgilenmiştir. Yıllarca yatalak olan annesine bakmış, yatalak hastaların bakımı ile ilgili gerekli olan eğitim ve sertifikaları almış, ayrıca belli bir tecrübe de kazanmıştır. Tüm bunlar Benigno’nun işe girmesini kolaylaştıran etmenler oluyor. Film, bu iki adamın dostluğunu ve komadaki sevdiği kadınlarla olan ilişkilerini konu edinmiştir.

Hable Con Ella, başlarda düşük tempoda başlıyor. Kimileri için sıkıcı gelebilecek bu bölümlerde Almodovar, ustaca diyaloglarla akıcılığı sağlamış. Ayrıca başarılı kamera kullanımı ve çekim açıları ile de seyircinin ilgisi canlı tutuluyor. Sonrasında dakikalar ilerledikçe filmin temposu yükseliyor. Özellikle filmin son 30-40 dakikasını büyük bir ilgi ile izliyorsunuz. Ve çarpıcı bir final ile film bittikten sonra bile uzun süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Benigno bir âşık mı yoksa bir ruh hastası mı? Bunun muhakemesini uzun süre zihninizde yaparsınız. Bunun yanında Marco ve diğer karakterler hakkında da aklınızdaki birçok soruya cevap ararsınız. 

Filmde iki karakter ön plana çıkıyor, Marco ve Benigno. Dergiler için gezi yazıları yazan bir yazar olan Marco, görüp görebileceğiniz en hassas, en duygusal ve en iyi niyetli insanlardan biri. Filmin bir yerinde Marco; ‘’güzel bir şey gördüğümde ağladım hep’’ diyor. Bu cümle tam da O’nu tarif ediyor. Sevdiği kadınları tutku ile seven, dostu için ise her türlü fedakârlığı yapan naif bir insandır Marco. Benigno’ya geline, O’nun hayatını iki kısımda ele almak gerekir; Alicia’dan önce ve sonra diye. Alicia’dan önce, uzun yıllar yatalak annesine bakmış, annesi dışında hayatında kimsesi olmayan, çok yalnız, asosyal ve içe kapanık bir adamdır. Oturduğu evin karşısında bir bale okulu vardır ve Alicia’yı da bu okula girip çıkarken görüp âşık oluyor. Fakat O’na duygularını açacak cesareti bulamıyor. Alicia’nın kaza geçirip komaya girmesi, Benigno için bir fırsat doğuruyor. Alicia’nın tedavi gördüğü hastanede işe girmeyi başarıyor. Böylece her gün O’nu görebilecek, O’na dokunabilecek, O’nunla konuşabilecektir. Benigno, duygularından dahi haberi olmayan, komada olduğu için de Ona olumlu ya da olumsuz karşılık vermesi mümkün olmayan Alicia ile gerçeküstü bir ilişki yaşamaktadır. Alicia’nın bakımını yaparken bir yandan da Onunla konuşur; izlediği filmleri, gösterileri, günlük hayatı, her şeyi anlatır. Üstelik bunu sağlıklı birine anlatır gibi anlatır. Alicia’nın kendisini duyduğuna ve kendisini onayladığına inanır. Benigno’ya göre onlar da her çift gibi normal bir ilişki yaşıyorlar hatta çoğu çiftten daha iyi anlaştıklarına inanmaktadır. Onu hayata bağlayan en önemli ve belki de tek bağ Alicia’ya duyduğu aşktır. Benigno’nun tek taraflı (kendisine göre çift taraflı) bu ilişkisi Onun kişiliğinde de olumlu değişikliklere sebep olur; Alicia ile karşılaşmadan önce içine kapanık, asosyal ve yalnız olan Benigno, artık insanlarla daha rahat iletişim kurabilen, hayata daha iyimser bakan biri olmuştur. Marco ile de bu sayede tanışıp arkadaş oluyor. 

Filmin içinde, yaklaşık yedi dakikalık, siyah beyaz, sessiz bir film vardır. Cinsel içerikli bu kısa filmin senaryosu da Pedro Almodovar’a aittir. Pedro Almodovar, sessiz bir film yapma düşüncesiyle bu senaryoyu yazmıştır fakat sonradan bu kısa filmi Hable Con Ella filminin içine yerleştirmeye karar verir. Bu kısa film, Benigno üzerinde derin bir etki bırakır. Filmin en tartışmalı kısmı olan tecavüz olayı, Benigno’nun bu kısa filmi izlemesi ve ondan etkilenmesi sonucu gerçekleşiyor. Dünyanın her tarafında, her inanışta tecavüze karşı ortak bir görüş vardır; tecavüz bir insanlık suçudur ve asla kabul edilemez. Ama Almodovar bu hassas konuyu o kadar ustalıkla işlemiş ki, üstelik de hiçbir şekilde kendini savunması mümkün olmayan, komadaki birine bu çirkin eylemi gerçekleştiren Benigno’ya karşı bir öfke ve kızgınlık duymuyorsunuz. Hatta O’na yer yer üzülüyorsunuz. Bu film, bize sinemanın ve dolayısıyla da sanatın gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Asla onaylamam dediğiniz bir durumu, bir sanatçı çıkar ve öyle bir anlatır ki bir de bakarsınız ki ezberiniz bozulmuş ve daha önce durduğunuz yerin tam zıt kutbunda bulursunuz kendinizi.


Yapım               : 2002 - İspanya

FRAGMAN:






23 Ağustos 2016 Salı

SİNEMANIN YENİ KLASİKLERİ



İngiliz BBC televizyonunun internet sitesi 21. yüzyılın en iyi 100 filmini seçti. Listede Nuri Bilge Ceylan da var. 

BBC Culture'ın editörleri, 21. yüzyılın en iyi filmlerini belirlemek için 177 ülkeden ilgili kişilere bir anket yaptı. Sorular, sinema eleştirmenlerine, gazetecilere, akademisyenlere ve sektör çalışanlarına yönetildi. BBC'nin "sinemanın yeni klasik yapıtları" olarak nitelediği listede Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da"sı 54. sırada yer alıyor.

İşte 21. yüzyılın en iyi 100 filmi;

100. Toni Erdmann (Maren Ade, 2016)
100. Requiem for a Dream (Darren Aronofsky, 2000)
100. Carlos (Olivier Assayas, 2010)
99. The Gleaners and I (Agnès Varda, 2000)
98. Ten (Abbas Kiarostami, 2002)
97. White Material (Claire Denis, 2009)
96. Finding Nemo (Andrew Stanton, 2003)
95. Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012)
94. Let the Right One In (Tomas Alfredson, 2008)
93. Ratatouille (Brad Bird, 2007)
92. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Andrew Dominik, 2007)
91. The Secret in Their Eyes (Juan José Campanella, 2009)
90. The Pianist (Roman Polanski, 2002)
89. The Headless Woman (Lucrecia Martel, 2008)
88. Spotlight (Tom McCarthy, 2015)
87. Amélie (Jean-Pierre Jeunet, 2001)
86. Far From Heaven (Todd Haynes, 2002)
85. A Prophet (Jacques Audiard, 2009)
84. Her (Spike Jonze, 2013)
83. A.I. Artificial Intelligence (Steven Spielberg, 2001)
82. A Serious Man (Joel and Ethan Coen, 2009)
81. Shame (Steve McQueen, 2011)
80. The Return (Andrey Zvyagintsev, 2003)
79. Almost Famous (Cameron Crowe, 2000)
78. The Wolf of Wall Street (Martin Scorsese, 2013)
77. The Diving Bell and the Butterfly (Julian Schnabel, 2007)
76. Dogville (Lars von Trier, 2003)
75. Inherent Vice (Paul Thomas Anderson, 2014)
74. Spring Breakers (Harmony Korine, 2012)
73. Before Sunset (Richard Linklater, 2004)
72. Only Lovers Left Alive (Jim Jarmusch, 2013)
71. Tabu (Miguel Gomes, 2012)
70. Stories We Tell (Sarah Polley, 2012)
69. Carol (Todd Haynes, 2015)
68. The Royal Tenenbaums (Wes Anderson, 2001)
67. The Hurt Locker (Kathryn Bigelow, 2008)
66. Spring, Summer, Fall, Winter…and Spring (Kim Ki-duk, 2003)
65. Fish Tank (Andrea Arnold, 2009)
64. The Great Beauty (Paolo Sorrentino, 2013)
63. The Turin Horse (Béla Tarr and Ágnes Hranitzky, 2011)
62. Inglourious Basterds (Quentin Tarantino, 2009)
61. Under the Skin (Jonathan Glazer, 2013)
60. Syndromes and a Century (Apichatpong Weerasethakul, 2006)
59. A History of Violence (David Cronenberg, 2005)
58. Moolaadé (Ousmane Sembène, 2004)
57. Zero Dark Thirty (Kathryn Bigelow, 2012)
56. Werckmeister Harmonies (Béla Tarr, director; Ágnes Hranitzky, co-director, 2000)
55. Ida (Paweł Pawlikowski, 2013)


54. Once Upon a Time in Anatolia (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
53. Moulin Rouge! (Baz Luhrmann, 2001)
52. Tropical Malady (Apichatpong Weerasethakul, 2004)
51. Inception (Christopher Nolan, 2010)
50. The Assassin (Hou Hsiao-hsien, 2015)
49. Goodbye to Language (Jean-Luc Godard, 2014)
48. Brooklyn (John Crowley, 2015)
47. Leviathan (Andrey Zvyagintsev, 2014)
46. Certified Copy (Abbas Kiarostami, 2010)
45. Blue Is the Warmest Color (Abdellatif Kechiche, 2013)
44. 12 Years a Slave (Steve McQueen, 2013)
43. Melancholia (Lars von Trier, 2011)
42. Amour (Michael Haneke, 2012)
41. Inside Out (Pete Docter, 2015)
40. Brokeback Mountain (Ang Lee, 2005)
39. The New World (Terrence Malick, 2005)
38. City of God (Fernando Meirelles and Kátia Lund, 2002)
37. Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (Apichatpong Weerasethakul, 2010)
36. Timbuktu (Abderrahmane Sissako, 2014)
35. Crouching Tiger, Hidden Dragon (Ang Lee, 2000)
34. Son of Saul (László Nemes, 2015)
33. The Dark Knight (Christopher Nolan, 2008)
32. The Lives of Others (Florian Henckel von Donnersmarck, 2006)
31. Margaret (Kenneth Lonergan, 2011)
30. Oldboy (Park Chan-wook, 2003)
29. WALL-E (Andrew Stanton, 2008)
28. Talk to Her (Pedro Almodóvar, 2002)
27. The Social Network (David Fincher, 2010)
26. 25th Hour (Spike Lee, 2002)
25. ​Memento (Christopher Nolan, 2000)
24. The Master (Paul Thomas Anderson, 2012)
23. Caché (Michael Haneke, 2005)
22. Lost in Translation (Sofia Coppola, 2003)
21. The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson, 2014)
20. Synecdoche, New York (Charlie Kaufman, 2008)
19. Mad Max: Fury Road (George Miller, 2015)
18. The White Ribbon (Michael Haneke, 2009)
17. Pan's Labyrinth (Guillermo Del Toro, 2006)
16. Holy Motors (Leos Carax, 2012)
15. 4 Months, 3 Weeks and 2 Days (Cristian Mungiu, 2007)
14. The Act of Killing (Joshua Oppenheimer, 2012)
13. Children of Men (Alfonso Cuarón, 2006)
12. Zodiac (David Fincher, 2007)
11. Inside Llewyn Davis (Joel and Ethan Coen, 2013)
10. No Country for Old Men (Joel and Ethan Coen, 2007)
9. A Separation (Asghar Farhadi, 2011)
8. Yi Yi: A One and a Two (Edward Yang, 2000)
7. The Tree of Life (Terrence Malick, 2011)
6. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Michel Gondry, 2004)
5. Boyhood (Richard Linklater, 2014)
4. Spirited Away (Hayao Miyazaki, 2001)
3. There Will Be Blood (Paul Thomas Anderson, 2007)
2. In the Mood for Love (Wong Kar-wai, 2000)
1. Mulholland Drive (David Lynch, 2001)

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ay










Giuseppe Tornatore

İtalyan senarist ve yönetmen. 26 Mayıs 1956 yılında doğdu.

Daha 15 yaşlarında iken, sinema ve tiyatroya ilgi duymaya başladı. Sinemaya geçmeden önce serbest fotoğrafçı olarak çalıştı. Sonrasında çeşitli belgeseller çeken Tornatore, ilk uzun metrajlı filmi olan Il Camorista (The Professor)'ü 1986 yılında çekti. Bundan iki yıl sonra da, ikinci filmi olan Nuovo Cinema Paradiso (Cennet Sineması) filmini çekti. Yönetmen bu film ile 1989 yılında Yabancı Dilde En İyi Film Akademi (Oscar) Ödülünü kazandı. Bu film ile Giuseppe Tornatore, tüm dünyada tanınan bir yönetmen haline geldi.

Giuseppe Tornatore filmlerinde çoğunlukla müzisyen olarak Ennio Morricone  ismini görürüz. Morricone, film müzikleri konusunda, dünyadaki sayılı isimlerden biridir. İyi Kötü Çirkin, Bir Zamanlar Amerikada, Soysuzlar Çetesi gibi filmlerin unutulmaz müziklerini de Ennio Morricone yapmıştır. Morricone yaptığı eşsiz müziklerle, Tornatore filmlerine  önemli katkılar sağlamıştır. Bu ikilinin son çalışması Lo Sguardo Della Musica adlı belgeseldir. Senaryosunu ve yönetmenliğini Giuseppe Tornatore'nin üstlendiği yapımda, arşiv görüntüler, röportajlar ve kurgusal yeniden canlandırmalarla Ennio Morricone'nin hayatı anlatılmaktadır.

Dünyaca ünlü büyük yönetmenlerin bile tüm filmleri iyi olmayabilir, bazılar vasat kalır.Tüm filmlerinin izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki Giuseppe Tornatore'nin neredeyse hiç vasat filmi yok. Yönetmenin izlediğim hiçbir filminde hayal kırıklığı yaşamadım. En çok bilinen ve O'na tüm dünyada şöhret kazandıran filmi Cennet Sineması olsa da -ki çok beğenmiştim- benim favori filmim Una Pura Formalita'dır. Bu filmin hak ettiği değeri görmediğini düşünüyorum.

Giuseppe Tornatore'nin En Önemli Filmleri:




  • Il Camorrista (Professör)
  • Nuovo Cinema Paradiso (Cennet Sineması)
  • Una Pura Formalita (Basit Bir Formalite)
  • La Leggenda Del Pianista Sull'oceano (1900 Efsanesi)
  • Malena
  • La Sconosciuta (Esrarengiz Kadın)
  • La Migliore Offerta (En İyi Teklif)


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Pozitia Copilului


Romanya Sineması, son yıllarda önemli bir sıçrama yaptı. Özellikle 2000 sonrası çok önemli filmler sunan Romanya, tüm dünyada, sinemaseverlerin dikkatlerini üzerine çekmeyi başardı. Son dönemde yapılan başarılı filmlere birkaç örnek vermek gerekirse; Bay Lazarescunun Ölümü (Moartea Domnului Lazarescu-2005), Kağıt Mavi Olacak (Hîrtia va fi albastrã-2006), Bükreşin Doğusu (A fost sau n-a fost?-2006), 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 luni, 3 saptamâni si 2 zile -2007), Tepelerin Ardında (Dupa dealuri -2012) ve Çocuk Pozu (Pozitia copilului -2013). Bu yazımızın konusu, son dönem Romanya Sinemasından çıkmış bu başarılı yapımlardan biri olan Pozitia Copilului. Başta yazımızın konusu olan film olmak üzere adı geçen diğer filmleri de tereddüt etmeden izleyebilirsiniz. Emin olun hepsi çok nitelikli yapımlar olup sizleri hayal kırıklığına uğratmayacaktır.

Pozitia Copilului(Çocuk Pozu, Child’s Pose), Calin Peter Netzer'in yönetmenliğini yaptığı, Romanya'nın en önemli kadın oyuncularından biri olan Luminita Gheorghiu'nun başrolünde olduğu, 2013 yapımı etkileyici bir drama. Film, 63. Berlin Film Festivalinde Altın Ayı ödülü almıştır. Son derece gerçekçi ve yalın bir anlatıma sahip olan filmin ağır bir temposu olmasına rağmen, başarılı diyaloglar ve üst seviyede oyunculuklar sayesinde, sonuna kadar ilgiyle kendini izlettiriyor. Oyunculuklar genel olarak çok iyi. Barbu rolünde Bogdan Dumitrache ve özellikle de Cornelia rolünde Luminita Gheorghiu üstün performans sergiliyorlar. Filmin konusu kısaca şöyledir; varlıklı bir aileden olan 34 yaşındaki Barbu, trafik kazası sonucu, yoksul bir ailenin 14 yaşındaki çocuğunun ölmesine sebep olur. Kaza, Barbu'nun hatalı sollama yapması ve hızlı olması sonucu meydana gelmiştir. Film, Barbu'nun annesi olan Cornelia'nın bu kaza sonucu oğlunun içine düştüğü müşkül durumdan kurtarmak için verdiği mücadeleyi anlatır.

Filmde, iki ana tema işlenmektedir; işlenen temalardan biri, zengin ve fakir insanların yaşamlarının karşılaştırılması. Yönetmen, farklı ekonomik gelir seviyelerindeki insanların giyim kuşamından, yaşadıkları evlere kadar, hayat standartları arasındaki uçurumu izleyiciye sunar. Ama asıl vurguladığı, zengin ve fakir insanların resmi makamlarca nasıl görüldükleridir. Tüm vatandaşlara eşit mesafede olması beklenen resmi görevlilerin bazılarının, basit çıkarlar için nasıl tarafsızlıklarını yitirdiklerini görürüz. Ne yazık ki bu durum bizi hiç şaşırtmıyor çünkü ülkemizde de durum çok farklı değil. İkinci tema olarak ise, son derece baskıcı ve otoriter bir karakter olan bir anne ile bu durumdan muzdarip oğlunun ilişkisi irdeleniyor. Muhtemelen çocukluk döneminden itibaren başlayan annenin yanlış tutumları sonucu, sağlam bir kişilik kazanmamış bir adamın benliğini bulma mücadelesi.

Hikayenin merkezinde bulunan karakter, Cornelia’dır. Cornelia 60 yaşlarında bulunan, otoriter, dediğim dedik, herkese ve her şeye hükmetmeye çalışan bir kadındır. Oğlu Barbu tek çocuğu olduğundan bütün ilgisini ona vermiştir. Barbu'nun babası, eşinin gölgesinde ve etkisinde kalmış son derece silik bir karakter iken, annesi Cornelia, hayatı boyunca oğlu adına düşünmüş, O'nun adına kararlar almış, okuyacağı kitaplardan, birlikte yaşayacağı kadına kadar, oğlunun bütün hayatına yön vermeye çalışmıştır. (Yeri gelmişken yazayım; Cornelia'nın oğluna önerdiği yazarlardan biri de Orhan Pamuk'tur). Annesinin bu baskıcı tavrına, hayatı boyunca maruz kalmak, Barbu'da bir takım problemlere neden olmuştur; hiç bir sorumluluk yüklenemeyen, özgüveni düşük, mutsuz bir profil çizer Barbu. Yine de annesine rağmen bir şeyler yapmaya çalışır. Evden ayrılır, annesinin önerdiği kitapları değil kendi seçtiği kitapları okur, annesine inat, onun onaylamayacağını bildiği çocuklu bir kadınla yaşamaya başlar. Amacı annesinin etkisinden kurtulup, kendi benliğini ortaya koymaktır. Çok sevdiğim bir yazar olan Barış Bıçakçı'nın bir sözü vardır; ''aile bir mayın tarlasıdır, birey olmak için oradan sağ salim çıkabilmek gerekir.'' der. Anlaşılan o ki Barbu bu mayın tarlasından sağ salim çıkamamıştır. Zira bu ilişkisinde de annesinin etkileri görülür; muhtemelen annesinin tavırlarından dolayı aile kavramına inancı kalmayan ve hayatı boyunca hiçbir sorumluluk yüklenmemiş olan Barbu bir çocuğun sorumluluğunu yüklenemeyeceğini bildiğinden, birlikte olduğu kadının çok istemesine rağmen ondan çocuk yapmak istemez, hatta çocuk olması ihtimalinden delice korkar. Bu yüzden de sevgilisi ile ayrılmanın eşiğine gelmişlerdir. Yaptığı kaza sonucu bir çocuğun ölümüne sebep olmuştur, fakat bu olay sonucu yapılması gerekenleri bile kendisi yapmaktan kaçınır. Karşılaştığı her zorlukla kendisi yerine annesi mücadele etmiş olacak ki, bu olayda da annesinin sorunları çözmesini bekler. Kaza sonucu götürüldüğü karakolda, polise verdiği ifade annesi tarafından değiştirilirken dahi, Barbu buna direnmez. Cornelia'nın çocuğuna bu aşırı düşkünlüğü, içinde şefkat olmayan bir çeşit hastalık halini almıştır. Filmin bir sahnesinde; kaza haberini alan Cornelia oğlunun götürüldüğü karakola gider. Burada bir anne olarak ilkin çocuğuna gitmesi ve onu teselli etmesi beklenirken, Cornelia Barbu'nun yüzüne dahi bakmadan direk polislerle muhatap olur. Bu sahne, Cornelia’nın Barbu’ya karşı çok da şefkat duymadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Cornelia, sahip olduğu yüksek sosyal statü gereği, çeşitli mevki ve makamlarda birçok insan tanımaktadır. Bu ilişkilerini, oğlunun içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak için kullanır. Devamlı elinde telefon, birilerini aramaktadır. Tanımadığı, kazaya tanıklık etmiş olanları ise parayla satın alıp, ifadelerini değiştirmelerini sağlamaya çalışır. Paran ve çeşitli makamlarda tanıdıkların varsa kanunlar da senden yana olur. Dünyanın her yerinde geçerli bir kural gibi, burada da zengin güçlüdür, zengin haklıdır, otoriteler ve hatta kanunlar zenginden yanadır. Film bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan çocuklarını kaybetmiş aile, ellerinden hiçbir şey gelmeden, adaletin yerini bulmasını umutsuzca beklemektedirler. Çünkü onlar da çocuklarının ölümüne sebep olan kişinin zengin olduğunu, bir şekilde bu işten sıyrılacağının farkındadırlar. Bu sebeple çocuklarının ölümüne üzülürken bir yandan da bu adaletsizlik karşısında çok agresiftirler. Çocuğu ölen babanın sitem dolu sözleri, yürekleri burkuyor. 

Bir takım gayri meşru yollarla suçunuzu örtbas edebilirsiniz ama vicdanınız sizi asla rahat bırakmaz. Barbu bu olaydan muhtemelen alabileceği en az cezayı alacak veya hiç almayacak. Ama vicdanı Barbu'nun peşini hiçbir zaman bırakmayacak. Filmin finalinde Barbu ölümüne sebep olduğu çocuğun babası ile yüzleşmeye karar verir. Bu kararı annesinin müdahalesi olmaksızın kendi başına alır. Bu Barbu'nun birey olması yolunda attığı çok önemli bir adımdır. Barbu acılı babayla ayaküstü konuşur. Oyuncuların seslerini duymadığımız bu sahnede (böyle bir sahnede, taraflar birbirlerine ne söyleyebilir ki, bence yönetmen bu sahneyi sessiz-sözsüz çekmekle çok isabetli bir karar vermiş ), konuşmanın sonunda iki adamın gönülsüzce tokalaştıklarını görürüz. Bu tokalaşma, acılı babanın, her şeye rağmen Barbu’yu affetmesi olarak değerlendirilebilir. Onca acısına rağmen babanın gösterdiği bu davranış sonrasında Barbu arabaya biner ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bu döktüğü gözyaşları Barbu'nun sorumluluğunu fark etmesi ve bu yüzden vicdan azabı çekmesi açısından önemlidir. 



Yapım               : 2013 - Romanya

FRAGMAN:


5 Ağustos 2016 Cuma

Festen




Son zamanlarda, özellikle Karaman'da yaşanan çirkin olaylar sonucu, ülke gündeminde yer tutan ve hepimizi fazlasıyla rahatsız eden bir konu; çocuk tacizi/tecavüzü. Böylesine hassas bir konuya sinemanın kayıtsız kalması beklenemez. Farklı yönetmenler bu konuda farklı eserler ortaya koymuşlar. Bu konuda en önemli yapımlara imza atan yönetmenlerin başında Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg gelir. Yönetmen, 1998 yılında Festen (Şölen) ve 2012 yılında ise Jagten (Onur Savaşı) filmlerinde, bu konuyu ustalıkla işler. Bugünkü yazımızın konusu olan film, bunlardan biri; Festen ya da bizdeki adıyla Şölen.

Şölen, Dogma95 kuralları ile yapılmış ilk film olma özelliğine sahip. Dilerseniz filme geçmeden önce Dogma95 nedir,  kısaca bahsedelim.

Dogma95; Danimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring ve Soren Kragh-Jacobsen tarafından 1995 yılında ortaya konan bir film yapım akımıdır. 10 kuralı vardır; 
1.  Film 35 mm formatında çekilmeli.
2.  Yönetmenin ismi jenerikte geçmemeli.
3.  Tür filmi olmamalı
4.  Çekimler stüdyo dışında, doğal mekanlarda yapılmalı
5.  Film (gereksiz)aksiyon içermemeli, silahla adam öldürme olmamalı
6.   Filmler sesli çekilmeli, fazladan müzik eklenmemeli, dublaj yapılmamalı,
7.  Çekimler omuz kamerasıyla yapılmalı
8.  Film renkli çekilmeli, çekim yapılan yerin doğal ışığından başka ışıklandırma/aydınlatma yapılmamalı.
9.  Filtre kullanılmamalı optik oynamalar yapılmamalı.
10.Film şimdiki zamanda ve belli bir mekanda geçmeli. (örnek olarak 1620 gibi geçmiş ya da 2090 gibi gelecek bir tarihte değil şimdi ki zaman olmalıdır.)
Şölen, babalarının 60. doğum gününü kutlayan varlıklı bir ailenin kutlama yemeği sırasında yaşadıklarını anlatır. Filmin ismi de bu doğum günü için hazırlanan partiden gelir. Tüm günün şölen havasında geçmesi beklenirken, başta ailenin babası olmak üzere tüm davetliler için bu şölen tam bir kabusa dönüşür. Ancak şurası kesindir ki film, seyirci için baştan sona tam bir sinema şölenidir. 


Doğum günü yemeği tüm sıradanlığıyla devam ederken , ailenin büyük oğlu  Christian söz hakkı alıp konuşmaya başlar. Christian’ın konuşması tüm davetlileri ve aynı zamanda filmi izleyen seyirciyi şok eden kısa bir konuşmadır. Bu şok edici konuşma üzerine ortam gerilir, her kafadan bir ses çıkmaya başlar. Fakat konuklar Christian'ın anlattıklarını inandırıcı bulmaz. Ailenin diğer bireylerinin de etkisi ile Christian geri adım atar. O anda seyirci şüpheye düşer; Christian söylediklerinde haklı mıdır yoksa yalan mı söylemektedir? Bir zaman sonra Christian, iddialarını bir adım daha ileri götürerek ve söylemini daha da sertleştirerek, doğru bildiğini savunmaya devam eder. Ailenin diğer fertlerinin karşı açıkmalarına rağmen, bu sefer geri adım atmaz. Christian’ın yalnız verdiği bu mücadele devam ederken, yakın zaman önce intihar eden kız kardeşin (ki bu kızkardeş Christian’ın ikizidir)  ardında bıraktığı intihar mektubu ortaya çıkar, işte bu mektup doğum günü şölenini alt üst edecek niteliktedir. 

Doğum günü partisi boyunca, Christian’ın anlattıklarıyla, ailenin kirli çamaşırları bir bir ortaya dökülürken, konukların olaya tepkisiz kalmaları, bir izleyici olarak beni çok rahatsız etti. Sahip oldukları konumlarını korumak adına ve her şeyin eskisi gibi devam etmesini istemeleri sebebiyle takındıkları bu tavır göz önüne alındığında Şölen, burjuvaziye yapılmış sert bir eleştiri filmidir. Aynı konukların, davetliler arasında bulunan siyahi bir konuğa karşı hal ve davranışları ve ırkçı bir şarkıya bir ağızdan ve coşkuyla eşlik etmeleri de aynı derecede rahatsız edicidir. Yani aynı zamanda Şölen filmi, ırkçılık karşıtı bir filmdir. Doğum günü şölenine katılan tüm o varlıklı insanların, anlatılanlar karşısında üç maymunu oynamaları, bunun tam tersi olarak, doğum günü yemeğini hazırlayan ve servisi yapan mutfak çalışanlarının (ekonomik olarak daha alt seviyede bulunan insanların) Christian’dan yana tavır almaları, bir anlamda otoritenin(babanın) karşısında yer almaları, altı çizilmesi gereken noktalardan biridir.

Filmin yönetmeni olan Thomas Vinterberg, aynı zamanda filmin senaryosunu da yazmıştır. Bir radyo programından, birinci ağızdan duyduğu bir olaydan yola çıkarak yazdığı senaryo çok etkileyicidir. Senaryodaki öne çıkan tüm karakterler derinlikli olup, her birinin filme katkıları çok önemlidir. Karakterleri canlandıran oyuncuların performansları göz kamaştırıcı olup, özellikle Christian rolünde Ulrich Thomsen ve Helge(baba) rolünde Henning Moritzen çok başarılı oyunculuk sergilemişler.

Film yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Dogma95 kuralları ile çekilmiştir. Bu sebeple yer yer karanlık sahneler (ortamın ışığından başka ışık kullanılmaz kuralı gereği) ekrana geliyor. Bu da bazı ayrıntıların kaçmasına neden olabiliyor(Özellikle babanın küçük oğlu tarafından hırpalandığı sahneler). Yine Dogma95 kuralları gereği filmde müzik kullanılmamıştır. Filmin çekildiği ortamdaki sesler dışında ekstra sesler kullanılmamıştır. Çekim omuz kamerasıyla yapılmış olup, bu durum, izleyicinin filme konsantre olmasını kolaylaştıran bir etken olmuştur. Adeta doğum günü yemeğine katılan davetlilerden biri oluyorsunuz. Çoğu kişiye göre Dogma95 akımı, yönetmenleri sınırlayan kurallardır. Belki öyledir. Ama bu film, sanki başka tekniklerle çekilseydi bu kadar büyük bir etki bırakmazdı gibi geliyor bana. Yani yer yer ışığın az olduğu sahneler, omuz kamerasıyla çekilen hareketli görüntüler sonucunda film daha da etkileyici olmuş. Bu belki de senaryosunun Dogma95 akımına uygunluğundandır.


Film ile ilgili son bir not; yönetmen Thomas Vinterberg, hikayeyi bir radyo programında ilk ağızdan dinliyor. hemen senaryosunu yazıp filmini çekiyor. yıllar sonra, hikayeyi anlatan adamla (filmde Christian'a tekabül ediyor) tanıştığında ise adamın olayı uydurduğunu öğreniyor.


Yapım                :1998 - Danimarka, İsveç

FRAGMAN:


8 Haziran 2016 Çarşamba

En İyi İlk Filmler ve Yönetmenleri

Daha ilk filmleri ile çeşitli başarılar elde etmiş veya sinema sanatına yeni bir soluk kazandırmış yönetmenler ve onların ilk filmlerinden oluşan bir liste yapmaya çalışacağız. İzlediklerim arasından böyle bir liste çıktı. Eminim daha çok örnekleri vardır.


Yönetmen: Orson Welles
İlk Filmi: Citizen Kane

Çoğu sinema eleştirmeni için, gelmiş geçmiş en iyi film olarak görülen Citizen Kane, Orson Welles'in ilk filmidir. Yönetmen bu filmi çektiğinde daha 25 yaşındaydı. Film çekildiği dönem değeri anlaşılmamış olsa da zamanla sinema tarihinde hak ettiği yeri almıştır.


Yönetmen: Sidney Lumet
İlk Filmi: 12 Angry Men

En iyi mahkeme temalı filmler listesi yapılırsa, şüphesiz ki 12 Angry Men filmini birinci sıraya yazmak gerekir. Sidney Lumet bu ilk yönetmenlik deneyiminde bir baş yapıta imza atar.







önetmen: Jean-Luc Godard
İlk Filmi: À Bout de Souffle

Jean-Luc Godard'ın ilk filmi, Serseri Aşıklar için Atilla Dorsay  şöyle demiştir: "İşte belki de gerçek anlamda modern sinemanın başlangıcı... Doğallıkla, madalyonun öbür yüzü olarak, klasik sinemanın da bir anlamda ölümü... Yarattığı devrimle, neden olduğu tartışmalarla, açtığı kapılar ve yollarla, gerçekten de sinemayı farklı yönlere çeken, sinema tarihinin en etkili olmuş filmlerinden biri olduğu da söylenebilir.


Yönetmen: François Trufaut
İlk Filmi: 400 darbe

François Trufaut'un 1959 yapımı  bu ilk filmi sinema sanatının başyapıtları arasındadır. Film mevcut düzen ve toplumsal yapıya eleştirel bir açıyla yaklaşır. Jean- Luc Godard'ın Serseri Aşıkları filmi gibi, bu film de Fransız yeni dalga akımının ilk ve en önemli örneklerinden biridir.


Yönetmen: Quentin Tarantino
İlk Filmi: Reservoir Dogs

Tarantino'nun senaryosunu da kendisinin yazdığı bu ilk filmi, sinemaya alışılmadık bir tarz getirdi. Bol kanlı şiddet sahneleri, neredeyse hiçbir şey ifade etmeyen diyaloglar, karmaşık anlatım tarzı ile yönetmenin, diğer filmlerinin öncüsü diyebiliriz.





Yönetmen: Andrei Tarkovsky
İlk Filmi: İvanın Çocukluğu

Savasta ailesini kaybetmiş bir çocuk, onun yarattığı psikolojinin kasveti, intikam isteği, gerginlik, korku.. Tarkovski'nin ilk filmi




Yönetmen: Cohen Kardeşler
İlk Filmi: Blood Simple

Cohen Kardeşler'in ilk filmi olan Blood Simple,
başarılı bir neo-noir örneğidir.
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
İlk Filmi: Amores Perros

Alejandro González Iñárritu'nun ilk uzun metrajlı filmi olup, 2001 yılında yabancı dilde eni iyi film dalında oscar ve altın küre adaylığı bulunuyor. Ayrıca filmin çeşitli festivallerden aldığı bir çok ödülü bulunmaktadır.


Yönetmen: David Lynch
İlk Filmi: Eraserhead

David Lynch sinemasının ilk ürünü. Kült bir filmdir. Son derece kafa karıştırıcı olup, anlamsı ve izlenmesi zor bir filmdir.






Yönetmen: Christopher Nolan
İlk Filmi: Following

Cristopher Nolan'ın ilk filmi olan Following, uluslararası film festivallerinde bir kaç ödül ve adaylık elde etti. Nolan, filmini mümkün olduğunca ucuz olacak şekilde tasarlanmıştır. Following filmi tüm zamanların en iyi bütçesiz filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Yönetmen: Steve McQueen
İlk Filmi: Hunger

Stece McQueen bu ilk filminde, hayatı mücadele ile geçmiş Bobby Sands’ın kendi vücudunu yaşamının son savaş alanı olarak addedmesiyle yaşanan dramatik süreci muazzam bir etkileyicilikle gözler önüne seriyor.






Yönetmen: Danis Tanoviç
İlk Filmi: No Man's Land

Boşnak yönetmen Danis Tanoviç bu ilk filminde Bosna savaşını konu edinmiştir. oldukça ses getiren filmi ile 2001 yılında yabancı dilde en iyi film oskarı ödülünü kazanır.








Yönetmen: Deniz Gamze Ergüven
İlk Filmi: Mustang

Film bir Karadeniz kentinde geçiyor ve aynen esinlendiği vahşi atlar gibi, uzun saçları ve özgür bedenleriyle kadın olma yolunda ilerleyen beş kız kardeşin öyküsünü anlatıyor. Film, 2016 yılında yabancı dilde en iyi film oscar adaylığı bulunuyor. (Fakat film kültür bakanlığı seçici kurulun red etmesi üzerine Türkiye adına değil, Fransa adına yarışmaya katılmıştır.)

7 Haziran 2016 Salı

Amores Perros



Orijinal adı Amores Perros olan 2000 yılı yapımı Meksika filmi. Sinemaseverlerin son yıllarda, özellikle ödül törenlerinde adını sıkça duyduğu Alejandro González Iñárritu'nun ilk uzun metrajlı filmi. Bilindiği üzere Alejandro González Iñárritu 2015 yılında Birdman ile 2016 yılında da The Revenant ile en iyi yönetmen oscarı ödülünü kazanmıştır. Daha ilk filmi olmasına karşın, yönetmenin ilerde ne kadar önemli filmler yapacağının belirtilerini bu filmde görmek mümkün. Filmin oyuncu kadrosunda Gael Garcia Bernal dışında dünyaca tanınmış bir oyuncu yok. Ama oyunculuklar çok başarılı. Her oyuncu rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Özellikle Octavio rolünde Gael Garcia Bernal muhteşem bir performans sergiliyor. Filmin 2001 yılında hem Oscar hem de Altın Küre adaylığı bulunuyor. Bunların dışında da filmin önemli festivallerden almış olduğu 30'dan fazla ödülü bulunmaktadır. Çoğu sinemasever bu filmi, Meksika'nın Pulp Fiction'ı olarak görse de, Pulp Fiction'da ön planda olan şiddettir. Bu filmde de şiddet olmasına rağmen ön planda olan dramdır. Film Alejandro González Iñárritu’nun ölüm üçlemesinin ilk filmi olup, üçlemenin diğer iki filmi 21 Grams ve Babel’dir.

Filmin konusu kısaca şöyledir;

1. Bölüm (Susanne ve Octavio): Octavio, annesi, abisi, abisinin eşi Susanne ve küçük yeğeni ile aynı evde yaşamaktadır. Octavio ile Susanne arasında yasak bir ilişki vardır. Octavio’nun en büyük hayali para kazanıp Susanne ile kaçmaktır. Para kazanmak için, köpek dövüşlerinde köpeğini yarıştırır.

2. Bölüm (Valeria ve Daniel): Daniel evli iki çocuk sahibi, sosyo-ekonomik olarak yüksek statüye sahip bir adamdır. Valeria ise şöhret sahibi bir mankendir. Daniel, Valeria ile yaşamak uğruna ailesini terk eder. İkili mutlu bir birliktelik yaşayacağız derken, meydana gelen bir trafik kazası sonucu Valeria bacağını kaybeder. Şimdi ikiliyi zor bir dönem beklemektedir. 

3. Bölüm (Maru ve El Chivo): El Chivo, bir üniversitede hoca iken ve daha yeni baba olmuşken, daha iyi bir dünya uğruna ailesini terk edip gerilla olur. Yakalanıp hapse atılır. Hapiste iken, kızı Maru’nun O’nu öldü bilmesi konusunda eşi ile anlaşır. El Chivo hapisten çıktıktan sonra evsiz gibi yaşamakta, çöplerden beslenmektedir. Ayrıca bir polisle anlaşıp, polisin kendisine bulduğu müşterileri için tetikçilik yapmaktadır. En büyük hayali, kızı Maru’ya yaşadığını duyurmak ve O’na kavuşmaktır.

Amores Perros filminde, her biri kendi başına bir film olacak kadar çarpıcı, birbirinden farklı üç hikaye anlatılmaktadır. Bu üç hikayede oyuncular farklı, mekanlar farklı, oluşturulan atmosfer farklı. Iñárritu hikayeleri paralel anlatmıyor; üç bölüm halinde sırasıyla hikayeleri izliyoruz. Üç hikayenin de ortak noktası, meydana gelen bir trafik kazasıdır. Yönetmen, mükemmel bir kurgu ile bu birbirinden bağımsız üç hikayeyi bu trafik kazasıyla başarıyla birleştiriyor. Bu kaza dışında da hikayeler yer yer kesişirler. Örneğin ilk hikaye anlatılırken ikinci ve özellikle de üçüncü hikayeden bazı bölümler gösterilir. Daha önce de dediğim gibi, hikayelerdeki karakterler farklı, oyuncular farklı, mekanlar farklı. Birinci hikaye bitip ikici hikayeye geçince, bir anda farklı bir atmosfere giriyorsunuz. Bu yeni girdiğiniz atmosferde anlatılan hikayeye kendinizi kaptırıyorsunuz. Bir zaman sonra birinci hikayede geçen olayları, kişileri unutuyorsunuz. Adeta yeni bir film izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Aynı şey ikinci hikayeden üçüncü hikayeye geçince de oluyor. 

Alejandro González Iñárritu, aynı şehirde, birbirinden farklı kaderleri olan insanların hikayelerini başarıyla aktarıyor. Aynı şehrin farklı mekanlarında yaşayan, birbirlerinden haberleri olmayan, farklı sosyo-ekonomik statülerdeki insanların benzer dramlarını izliyoruz. Hikayeler farklı olsa da, aşklar, hayal kırıklıkları ve paramparça olmuş hayatlar ortaktır. Daha iyisini bulma umuduyla yola çıkıp, elindekileri kaybetmek, üç hikayenin de ana temasını oluşturur. Ve tabi ki köpekler. Her üç hikâyede de köpekler çok önemli bir yer tutar, adeta hikayelerin birer parçasıdırlar. Filmin bir yerinde de denildiği gibi; ''köpekler sahiplerine benzer.'' Bu filmdeki köpekler de sahiplerine oldukça benzemektedirler.

Paramparça Aşklar ve Köpekler, izlediğim en iyi filmlerden biri. Kamera kullanımı, çekim açıları, her sahneye uygun müzikleri ve başarılı oyunculuklarıyla unutulmaz filmler arasında yer alır. Hala izlemediyseniz, hiç vakit kaybetmeden izleyin derim, pişman olmayacaksınız.

Filmde akılda kalıcı çok iyi replikler var. Yazımızı bunlardan biri ile bitirelim;

''Tanrıyı güldürmek istiyorsan, O'na planlarından bahset''


Yapım                : 2000- Meksika

FRAGMAN: